BAŞARILI BİR İHRACAT STRATEJİSİ
Gelişmekte olan ekonomiler ve geçiş ekonomileri, tanım gereği ihracatı geliştirmekte ciddi kaynak sıkıntısıyla karşılaşırlar. Mevcut ihracat destek programları, muhtemelen fon sıkıntısıyla yüz yüzedir ve yeni programlar için hiç para yoktur. Ulusal ticaret destek kurumlarının teknik yetersizlikleri bilinirse de, kapasitelerini artırmak için gerekli mali ve diğer kaynaklar kısıtlıdır. Teknik personel uzman eğitiminden yoksundur ama becerilerini artırma fırsatları da pek azdır.
Mali, kurumsal, programatik ve personel yetersizliği, ulusal ticaret destek şebekesinin önceliklerini belirlemesinin önemine işaret eder. Hangi tip desteklere ağırlık verilmelidir? Hangi müşteriler hedeflenmelidir? Bu destekler ne şekilde müşteriye ulaştırılmalıdır? Hangi kurumlarla? Hangi kaynaklarla?
Uluslararası Ticaret Merkezi’ne (International Trade Center) göre, etkin bir kaynak kullanımı ancak ulusal bir ticaret stratejisiyle mümkündür. Bu strateji, gerçekçi bir şekilde ulusal ihracat kapasitesini, uluslararası pazardaki talep düzeyini ve bu iki etmeni uyumlaştırmak için gerekli kaynak miktarını belirlemelidir.
Şu ana kadar pek az gelişmekte olan ekonomi ve geçiş ekonomisi ulusal ihracat stratejisine yatırım yaptı. Yapanların da sonuçlarını değerlendirmek oldukça zor.
Yeni Yaklaşımlar
Uluslararası Ticaret Merkezi, her yıl 25 gelişmekte olan ülkenin “ulusal strateji takımlarını”, ihracat stratejisi tasarımı ve yönetimi konularında fikir alışverişinde bulunmak ve plan geliştirmek için bir araya getiriyor. Ulusal strateji sürecinin özel sektör-kamu sektörü işbirliği çerçevesinde geliştirilmesi isteniyor.
2002 Uygulayıcılar Forumu bu yıl “Rekabetçi Avantajın Yönetimi” konusuna odaklandı. Katılımcılar rekabetçi avantajı değer yaratma, değeri elinde tutma, katma değeri artıran ittifaklar, değerin onaylanması açılarından irdelediler.
Rekabetçilik stratejileri aşağıdaki beş alt-tema açısından değerlendirilerek şu önemli noktaların altı çizildi:
-Değer yaratma-mukayeseli avantajdan rekabetçi avantaja geçiş: Uzmanlaşmaya vurgu ve buluş merkezli rekabetçilik açısından kamu sektörü-özel sektör işbirliğinin önemi vurgulandı.
-Değerin elde edilmesi-ulusal ihracat stratejisi geliştirilmesinde değer zinciri yaklaşımı: Bu yeni kavramın sektöre özel ihracat stratejisi geliştirme aracı olarak değerlendirilmesi, gelişen ihracat eğitimi performansının ekonominin bütününe katkısının maksimize edilmesi için rekabet gücünün artırılması ve değerin korunması üzerinde duruldu. Uluslararası değer zinciri içinde ulusal, tedarik kapasitesinin pozisyon almasında “kritik dış ticaret eğitimi başarı faktörlerinin” saptanması ve gerekli koşulların sağlanmasına yönelik sektörel stratejinin önemi tartışıldı.
-Değer katmak: Değer katıcı ittifakların inşası konusunda, yerel firmaların kendi aralarında kuracakları ittifakların aktif bir biçimde doğrudan yabancı sermayenin teşvikine göre ihracatın artırılmasında daha etkili olacağı sonucuna varıldı. Sanayide kümeleşmelerin (cluster) yerel üreticiler arasında geriye doğru bağlantıların ve tarımsal üretim ortaklıklarının dış ticaret eğitimi rekabete potansiyel katkısı gözden geçirildi.
-Değerin uzun vadeye yayılması: Ulusal marka yaratılması, rekabet gücünde imajın rolü anlamında önemlidir. Bir ülkenin diğer ülkelerden ayırt edici özelliklerinin, “ulusal marka programına” yatırımla ihracatın artışına katkısı gözden geçirildi.
-Değerin teyit edilmesi: İhracat stratejisinin dış ticaret kursu performans ölçümünde, stratejiyi belirleyenler konuya rekabet açısından bakmalıdır. Performans değerleme sanatına bir ölçüde bilim de katılmalıdır.
Ülkelerin Rekabetçi Avantajı
Harvard İşletmecilik Okulu, Strateji ve Rekabet Enstitüsü Direktörü Michael Porter, “Ulusal refah miras alınmaz, yaratılır” diyor. Bilindiği gibi Porter ülkelerin rekabetçi üstünlükleri ve zayıflıklarını dış ticaret uzmanı ortaya çıkaran, dört yüzeyli ünlü “ulusal rekabetçilik elmasının” yaratıcısıdır.
Elmasın dört yüzünde sırasıyla:
-Kaynaklar (örneğin, insan kaynağı ile araştırma ve enformasyon altyapısı),
-Buluşlara yatırım yapan iş ortamı,
-Talepkar bir yerel pazar,
-Destek sanayilerinin varlığı bulunur.
Birçok gelişmekte olan ülkede strateji belirleyenler rekabet artışında elmasın kaynak yazan tek bir yüzüne bakarlar. Halbuki diğer yüzler de aynı önemde ele alınmalıdır.
Aşamalarla Kalkınma
Bu modele göre ekonomik kalkınmanın üç genel aşaması vardır. Her bir aşamada ulusal rekabet stratejisinin öncelikleri farklıdır.
-Kaynak güdümlü aşama: Ekonomik kalkınmanın başlangıç aşamasında rekabetçi avantaj düşük maliyetli emek ve doğal kaynaklara erişim gibi kaynak donanımı tarafından belirlenir.
Birçok gelişmekte olan ülke bu aşamanın ötesine gidememiştir. İhracat az sayıda ve düşük katma değerli ürünlerle sınırlı kalmıştır. Uluslararası piyasada aracılara bağımlılık yüksek, kar marjları düşük ve rekabet gücü fiyatlar ile ticaret hadlerindeki dalgalanmalara açıktır. Teknolojiye erişim ithalat, taklit ve dış ticaret uzmanlığı doğrudan yabancı yatırımlara bağlıdır.
Bu aşamada, strateji belirleyicileri sermaye yatırımlarını çekici kılacak ve ekonomik büyümenin yarattığı kaynakları ulusal rekabeti artıracak alanların, özellikle sağlığın, eğitimin ve altyapının hizmetine sunacak tasarımlara yönelmelidir.
Yatırım-Güdümlü Aşama
Bir basamak sonra yatırım güdümlü aşama gelir. Artık ülke rekabetçi avantajı üretkenliği artırmada ve gittikçe daha karmaşık ürünlerde aramaktadır. İthal teknolojilerde iyileştirmelere gidilmekte, yaygın ortak yatırımlar gerçekleştirilmekte, ticarete dönük yollar, iletişim ve limanlar gibi altyapıda büyük projelere girişilmektedir.
Bu ikinci aşamada ulusal ihracat stratejisi, iş ortamında düzenleyici çabaları (gümrükler, vergi mevzuatı ve şirketler hukuku) hızlandırmalıdır. Strateji, umut vaat eden şirketlerin uluslararası değer zincirindeki (value chain) kapasitesini artırmaya yardımcı olmalıdır. Üretim temel mallardan imalat sanayiine kayınca, sektör düzeyinde strateji değer zincirinde ulusal payı yükseltmeye yönelmelidir.
Buluş-Güdümlü Aşama
Rekabetçilik sürecinin son aşamasında, ülkenin rekabetçi avantajı buluşlar yapabilmesinde ve küresel teknolojinin sınırlarını zorlayan mal ve hizmetler üretebilmesinde yatar.
Strateji, teknolojinin yayılmasına ve buluş için etkinliği artan ulusal ortam oluşturulması üzerine kurulmalıdır. Ağırlık, destek kurumlarına ve özel sektörde yaratıcılığı özendiren teşviklere verilmelidir. Şirketlerin kendilerine özgü stratejiler geliştirmesi özendirilmelidir. Hizmet ihracatı kapasitesinin geliştirilmesi öncelikli amaç olmalıdır.
Strateji belirleyicileri, geçiş aşamalarının muhakkak doğrusal, kademeli olması gerekmediğini de, kendiliğinden gerçekleşmeyeceğini de akıldan çıkarmamalıdır.
Öncelikli Sektörler Stratejiyi Şekillendirir
Uzmanlaşmanın öneminden hareketle, ülkeler yüksek katma değer üretme potansiyeli bulunan sektörlerde yoğunlaşmalıdır. Bu sektörlerde rekabetçi avantaj sadece şirketlerin değil hükümetlerin de sorunu olmalıdır. Bu da güçlü bir kamu sektörü-özel sektör ortaklığı gerektirir.
Stratejiler ticaretin finansmanı, gümrükler, lojistik ve enformasyon teknolojisi altyapısı gibi “yatay” inisiyatiflere odaklanmalıdır. Bu inisiyatiflerin önceliklerini şirketlerin bireysel öncelikleri (özellikle küçük ve orta işletmeler ile doğrudan yabancı sermaye yatırımcılarının) ve hedef pazarların yapısı belirlemelidir.
ABD İLE AB ARASINDAKİ TİCARET SAVAŞI
ABD ve AB arasında savaş sonrası oluşan politik gerginliğin transatlantik ticaret ilişkilerini de olumsuz etkilemesinden korkuluyor. Amerikan kongresinin Fransız ithal ürünlerini yasaklama çağrısı, şirketlere yönelik Amerikan vergi hukukuna ilişkin süren tartışma, AB’nin genetik olarak değiştirilmiş gıdalara yönelik moratoryumu her iki yanda da sinirlerin gerilmesine neden oluyor. ABD çelik tarifeleri ve anti-dumping uygulamaları üzerinde süren kavga da cabası. Bu arada doların düşüşü ekonomik durgunluktan bir türlü kurtulamayan Avrupa’da korumacı eğilimleri güçlendiriyor.
Şu ana kadar bu sorunlar yatıştırılabildi. Fakat ABD ve AB ilişkilerindeki kırılgan durum, işin çığrından çıkması ve iki tarafın da kaybedeceği bir misilleme savaşına neden olabileceği kaygılarını artırıyor.
Tartışma ihracat ve ithalatın ötesinde de sürüyor. John Hopkins Üniversitesi’nden Joseph Quinlan, transatlantik ekonomik ilişkilerini doğrudan ayakta tutan unsurun ticaret değil doğrudan yatırım olduğunu vurgulayan bir makale yayınladı. 2000 yılında, Amerikan ve Avrupalı çok uluslu şirketler birbirlerinin ülkesinde toplam 8 bin 800 milyar dolarlık mal varlığına sahiplerdi. Bu şirketlerin satışları 2 bin 200 milyar dolarla ticaretin dört katına varıyor ve 8.5 milyon çalışanı istihdam ediyordu. Avrupa’daki Amerikan şirketlerinin geliri ana şirketin küresel gelirinin yarısına ulaşıyordu.
Birbirlerinin arka bahçesinde ABD ve Avrupa çok uluslularının ihracat rekabetinden, ticaret savaşlarına göre daha az korkmalılar. ABD tüketici boykotları Fransa’nın şarap satışlarını vururken, Fransa’nın doğrudan ihracatının altı katı bir satış hacmine sahip ABD'de yerleşik Fransız şirketlerini hemen hemen hiç etkilemedi.
Bu çok uluslu şirketlerin de yumuşak karnı olmadığı anlamına gelmiyor. Artan ölçüde onlar da küresel tedarik zincirlerine bağlılar; sonuç olarak dünya ticaretinin üçte birini şirket içi ticaret oluşturuyor. 11 Eylül sonrası ABD’nin sınır güvenliğini sıkılaştırması bu ticaret ağlarının ticarette aksamalara ne denli duyarlı olduğunu gösterdi.
Küresel entegrasyonun derinliği ticaret silahının herkese zarar verecek bir şekilde kullanılmasının önünde bir engel. Yabancılara veryansın eden politikacıları, bu fikrin yurtiçindeki işleri ve refahı olumsuz etkileyeceğine inandırmak fazla zor değil.
Söz konusu argüman, ABD’de yabancı şirketlerin yerleşik olduğu eyaletlerin yöneticilerini ikna etmekte zorlanmadı. Bu aynı zamanda, çelikte gümrük vergileri gibi korumacı önlemlerin sadece iç pazara üretim yapan sanayilerle sınırlı olduğunu da açıklar.
Kötü haber ise, transatlantik ticaret uyumuna tehditlerin sınırlarda durmaması. Yeni savaş alanı iç pazar düzenlemeleri ki, enformasyonun muhafazası, audio-visual hizmetler, isim ve patent hakları konusunda çoktan ABD-AB arasında çekişmeler su yüzüne çıktı.
Daha fazlası da muhtemel. ABD’nin önde gelen işveren örgütlerinden Ulusal Dış Ticaret Konseyi, AB’nin düzenlemelerini gizli ticaret engelleri olarak niteleyen 120 sayfalık bir rapor yayınladı. Genetik olarak değiştirilmiş gıdalar dışında, kimyasallar, kozmetikler ve dezenfekte ürünleri de raporun hedefi oldu.
Bu şikayetler, hem ABD ve AB ekonomilerinin ne ölçüde bütünleşik olduğu, hem de böyle kalacaklarının kanıtı. ABD şirketlerinin yanı sıra birçok Avrupa şirketleri de, AB düzenlemelerinden tek pazarı veri aldıkları ve beklenmedik engellerden tedirgin oldukları için şikayetçiler.
Sorun, hükümetlerin karşılıklı olarak sürece ayak uyduramamış olması. Atlantik’in her iki yanında düzenleyiciler sanki pazarlar kapalıymış gibi davranmaya devam ediyorlar. Ne zaman ki bu şekilde davranmanın zarar verdiğini anlıyorlar, sağduyulu davranmanın çıkarlarına olduğunu kabulleniyorlar.
Bu transatlantik düzenleyici işbirliğinin en başarılı örneği rekabet politikasının da öyküsü aynı zamanda. Fakat bunun bir istisna olduğu da açık. Her ne kadar ABD ve AB farklı anti-tröst yasalarına sahipseler de, benzer hedefleri paylaşıyorlar. Diğer düzenleme alanlarındaki anlaşmazlıklar hükümetlerin rolü konusundaki kültür, değer ve kavram farklılıklarından kaynaklanıyor. Bu genetik olarak değiştirilmiş gıdalar tartışmasının da gösterdiği gibi, riskin düzenlenmesi konusundaki davranış farklılığından kaynaklanıyor.
Farklılıkları azaltmak her zaman zor bir iştir. Washington’un tek taraflı eğilimleri ve Avrupa’ya tahammülsüzlüğü işleri kolaylaştırmıyor. Aynı şekilde Avrupa’nın çevre ve tüketici güvenliği konularında kendi düzenleme modelini dünyanın geri kalan bölgelerine agresif bir tonda ihraç teşebbüsleri de.
Farklılıklarını ısrarla dayatmaları ABD ve AB’yi çatışma noktasına getirirse bunun çok ciddi ekonomik ve ticari maliyetleri ortaya çıkar. Atlantik’in her iki yanındaki politikacılar da buna izin verecek kadar aptal olamazlar - siz de öyle mi düşünüyorsunuz?
*Guy de Jonquieres’in Financial Times gazetesinin 26 Mayıs 2003 tarihli sayısındaki makalesinden derlenmiştir.
TÜRKİYE - RUSYA FEDERASYONU ARASINDAKİ EKONOMİK İLİŞKİLER-
2:SORUNLAR VE ÖNERİLER
Geçen sayıdaki yazıda Rusya ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkilerin dış ticaret kısmı ele alınmıştı. Bu sayıda kısaca hizmetler dengesi ve sermaye hareketleri ile ilgili mevcut durum özetlendikten sonra, gerek mal ve hizmetler ticareti ve gerekse sermaye hareketleri alanındaki sorunlar ele alınacak, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için yapılması gerekenler özetlenecektir.
Hizmet Ticaretinde Gelişmeler
İki ülke arasındaki hizmet ticaretinde müteahhitlik hizmetleri ön plana çıkmaktadır. Bu noktada, 1984 tarihli Doğalgaz Anlaşmasının önemi bir kez daha vurgulanmalıdır: Anlaşmaya göre, Rusya Federasyonu Türkiye’nin doğalgaz ithali karşılığında yaptığı ödemelerin %70’i tutarında Türkiye’den tüketim malları ve müteahhitlik hizmetleri ithal edecektir. Bu doğrultuda 1980’lerde başlayan Rusya Federasyonu’na yönelik müteahhitlik hizmetleri, esas itibariyle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra gelişmiştir. İki Almanya’nın birleşmesi ile Doğu Almanya’da bulunan Rus askerlerinin geri dönmeleri ve bu askerler için konut inşa edilmesi gündeme gelmiştir. Almanya, Rusya Federasyonu’na bu amaçla 8 milyon dolar yardım yapmıştır. Ne var ki, konutların inşası için Alman ve/veya Yugoslav inşaat firmaları düşünülmüşse de, Türk inşaat firmaları ihaleleri kazanmıştır. Böylelikle, Türkiye Arap ülkelerinde yaşanan istikrarsızlıklardan dolayı Ortadoğu pazarından çekilirken, Rusya Federasyonu Türkiye için yeni bir pazar olarak ortaya çıkmıştır. Yapılan işlerin çoğu askeri konutlar, sosyal tesisler, hastaneler, iş merkezleri, sanayi tesisleri gibi büyük komplekslerdir.
Türk firmalarının başarılarının ardında yatan neden Türk hükümetlerinin sağladığı destek, firma sahiplerinin Rus yetkililer ile kurdukları ikili ilişkiler ve Türk firmalarının daha ucuz maliyetler ile kaliteli iş çıkarmalarıdır. Başta Libya olmak üzere diğer Arap ülkelerinde yıllarca edinilen tecrübe de bu başarının sağlanmasında etkili olmuştur.
Rus firmaların Türkiye’ye yönelik faaliyetleri ise sınırlı düzeyde kalmıştır: Türkiye’de Rus firmaları tarafından gerçekleştirilen yatırımlar arasında müteahhitlik alanında 140 milyon dolarlık yatırım yapılmıştır. Bununla birlikte, Rus firmalar Türkiye’de daha çok doğalgaz ve petrol tesislerinin yapımında ortak yatırımlar şeklinde faaliyette bulunmaktadırlar. Rus firmaların ilgilendiği projelerden bazıları; doğalgaz depolama tesisi, Gebze Limanı, GAP çerçevesinde su tesisleri, doğalgaz dağıtım tesisleri, Samsun-Ankara doğalgaz hattı, bin 400 mv kapasiteli deniz termik santrali ve Melen Projesi’dir.
İki ülke arasındaki hizmet ticaretinde, turizm de ön planda yer almaktadır. Yıllık yaklaşık 5 milyar dolar turizm geliri ile önemli bir turizm ülkesi haline gelen Türkiye, özellikle son yıllarda Rus vatandaşlarından da büyük ilgi görmektedir. 1990 yılından itibaren her yıl, Türkiye’ye önemli sayıda Rus turist gelmektedir. İki ülke arasındaki yakın mesafe, Türkiye’ye turların ucuz olması ve ucuz fiyatlara rağmen kaliteli tatil olanakları Rus turistleri Türkiye’ye çeken nedenlerdir. Serbest piyasa ekonomisine geçiş ile birlikte ortaya çıkan varlıklı Rus turistler, tatillerini Türkiye’de değerlendirerek, Türkiye için yüksek tüketim talepleri ile önemli bir gelir kaynağı oluşturmaktadırlar. Bu nedenle, Turizm Bakanlığı Moskova’da bir turizm bürosu açmıştır. Kısacası, Rus turistler Türkiye için Avrupalı turistlere karşı alternatif oluşturmaktadırlar. Ancak PKK terörü ve Öcalan olayı, kısa bir süre için bu olumlu gelişmelere engel teşkil etmiştir.
Sermaye Hareketlerinde Gelişmeler
İki ülkenin ekonomilerinin, özellikle üretim yapılarının, tamamlayıcı yapılarından kaynaklanan iki ülke arasındaki mal ve hizmet ticaretinde yaşanan gelişmeler, sermaye hareketlerinde yaşanamamıştır. Bunun temel nedeni, her iki ülkenin de kaynak sıkıntısı çekiyor olması ve dolayısıyla söz konusu tamamlayıcı yapının bu alanda var olmamasıdır. Bu temel nedenin yanı sıra, ilkin Türkiye’nin İskenderun Demir Çelik Fabrikası için kullandığı 45 milyon dolarlık kredinin geri ödenmesinin iki yıl gecikmesi ve ardında SSCB’nin Eximbank’ın açtığı kredilerin geri ödemelerini zamanında yapmaması nedeniyle 350 milyon dolarlık Eximbank kredisinin borcun yeniden yapılandırılması anlaşması imzalanmasına kadar askıya alınması, iki ülke arasındaki sermaye hareketlerinde sorun yaratmıştır. Nitekim iki ülke arasındaki sermaye hareketleri oldukça sığ kalmıştır.
İki Ülke Arasındaki İlişkilerde Yaşanan Sorunlar
İki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar, petrol boru hattı konusu ile birlikte şekillenmiştir. Bunun nedeni, her iki ülkenin de petrol boru hattını siyasi ve ekonomik bir araç olarak görmeleri ve petrol boru hattını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemeleridir.
1986 yılında imzalanan anlaşma ile Türkiye ve SSCB arasında petrol ithalatında olumlu gelişmeler sağlanmıştır. Petrol ithalatındaki bu olumlu gelişmeler, özellikle Körfez Savaşı sırasında pekişmiştir. Türkiye, bu sayede, uzaklaştığı Irak petrolleri yerine ikame petrol kaynakları bulmuştur. Bununla birlikte, Türkiye bir yandan da Kazak petrollerinden faydalanmak istemiş ve Kazak petrollerinin Avrasya - Akdeniz boru hattı ile taşınmasını önermiştir. Ancak Rusya Federasyonu’nun itirazları ve baskıları ile karşılaşan ve zaten bu ülke ile ilişkilerini bozacak herhangi bir anlaşmaya girmek istemeyen Kazakistan, petrolün Rusya Federasyonu üzerinden boğazlar yolu ile taşınması kararını almıştır. Ne var ki, Çeçen olayları ve Kafkasya’da yaşanan hareketli gelişmeler nedeniyle Novorosiysk Limanı başta olmak üzere Rus limanlarının güvenliği tartışılmaya başlanmıştır. Gelişmelerin Türkiye lehine olduğunu vurgulayan Rusya Federasyonu, Türkiye’nin Çeçen bağımsızlık hareketini destekleyerek bölgede istikrarsızlığı sürdürmeye çalıştığını iddia etmiştir. Tüm bu gelişmeler ile birlikte, 1996 yılında Kazak petrollerinin Rusya Federasyonu üzerinden boğazlar yolu ile taşınması karara bağlanmıştır. Bu kararın ardından, Rusya Federasyonu Azeri petrollerini taşıyacak boru hattının rotasını da kendi lehine değiştirmek istemiştir. Rusya Federasyonu, bu sayede hem limanları üzerinden sağladığı döviz kazancını sürdürmeyi hem de Kafkasya ve güney sınırını denetimi altına alarak, bu bölgede yeniden etkinlik alanı oluşturmayı planlamıştır. Türkiye ise, yılda 60 - 70 milyon tonluk petrol transferini sağlayacak tankerlerin boğazlardan geçişinin yaratacağı tehdidi gerekçe göstererek, petrolün bu yolla taşınmasına karşı çıkmış ve alternatif olarak Bakü - Ceyhan boru hattını önermiştir. Ancak Türkiye’nin bu önerisi ne Rusya Federasyonu ne de petrol şirketleri tarafından sıcak karşılanmıştır. Rusya Federasyonu, kendisi için hayati önem taşıyan limanları devre dışı bırakan bu öneriyi reddetmiş ve Türkiye’yi devre dışı bırakan Dedeağaç - Burgaz boru hattını önermiştir. Petrol şirketleri ise Türkiye’nin ekonomik ve siyasi açıdan istikrarsız bir ülke olması gerekçesiyle Türkiye’nin önerisini sıcak karşılamamıştır. Dolayısıyla, bu kez Türkiye Rusya Federasyonu’nun PKK eylemlerini destekleyerek bölgenin güvenliğini ve istikrarını bozmaya çalıştığını iddia etmiştir.
Sonuç olarak, her iki ülkenin de petrol boru hattı aracılığı ile Türki Cumhuriyetler ile ilişkilerini yoğunlaştırmak ve bu yolla siyasi ve ekonomik güçlerini artırmak istemeleri, iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunların nedeni olmuştur. Aynı bağlamda, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü çerçevesinde üye ülkeler arasındaki ilişkilerin ikili anlaşmalar ile geliştirilmesi, yine iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir: Türkiye - Ukrayna Dostluk ve İşbirliği Anlaşması, Türkiye - Gürcistan İşbirliği Anlaşması gibi ikili anlaşmalar Rusya Federasyonu’nun tepkisini almıştır.
Sonuç ve Değerlendirmeler
• İki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlardan anlaşılmaktadır ki, Rusya Federasyonu Türkiye’yi bölgesel alanda bir rakip olarak görmektedir: Rusya Federasyonu, hala SSCB dönemindeki gücünün ve etki alanının hayalini kurmakta ve bu nedenle Türkiye’yi devre dışı bırakılması gereken bir aktör olarak algılamaktadır.
• Dolayısıyla, iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerde yaşanan olumlu gelişmelerin siyasi ilişkilerde sağlanması güç gözükmektedir. Hatta bu durumun ticari ve ekonomik ilişkilerde yaşanan olumlu gelişmelerin sürdürülmesi önünde engel teşkil etmesi oldukça olasıdır.
• Oysa, zengin doğal kaynaklara ve Türkiye’nin sahip olduğu üretim yapısından farklı bir üretim yapısına sahip olan Rusya Federasyonu ile ilişkilerde yaşanan sorunların çözümlenmesinin, her iki ülkenin çıkarlarına olduğu kadar tüm bölgenin ekonomik kalkınmasına ve hatta tüm bölgede siyasi istikrarın sağlanmasına da hizmet edeceği açıktır. Rusya ve Türkiye pazarları sadece birbirlerine çok yakın değil, aynı zamanda iki tarafın birtakım meseleleri büyütmemesi durumunda, (sınırlarda, hava ve deniz sahalarında vs.) siyasi çatışma alanları da pek yoktur.
• Türkiye’nin bugün enerji üretiminin %40 oranında doğalgaza, bunda da %90 oranında yüksek fiyatlar üzerinden Rus doğalgazına bağımlı hale gelmiş olması gerek ticaret dengesi açısından gerekse bu ülkeye olan bağımlılık açısında siyasal anlamda da dikkate alınması gereken bir husustur.
• Bugün Almanya ve Amerika ile beraber Rusya, Türkiye için son derece önemli bir ticari ortak haline gelmiş, örneğin 1990’dan bugüne kadar 13 Türk firması 73 proje üstlenerek 12.8 milyar dolar tutarında bir taahhüt alabilmişlerdir. Yine 1990 sonrasında, o da resmi kayıtlara göre, yıllık 10 milyar dolara ulaşan bir hacimde bavul ticareti yoluyla ihracat gerçekleştirmiştir. 1990’ların ortalarından itibaren bu performansın hızla azaldığı ve bunun neden kaynaklandığı yukarıda incelenmişti. Buna rağmen 2002 yılı itibariyle bavul ticareti yoluyla yaklaşık 4 milyar dolar civarında bir ihracatın gerçekleştirildiği tahmin edilmektedir. Türk firmalarının Rusya’daki yatırımları 800 milyon doları aşmış bulunmaktadır.
• Yukarıdaki trendin daha çok artarak devam etmesi gerekmektedir. Zira bu iki ülke pazarları birbirine çok yakın ve tamamlayıcı niteliktedir. 2002 yılı itibariyle 5 milyar doları aşan dış ticaret hacminin birkaç sene zarfında 10 milyar doları aşması oldukça gerçekçidir. Ancak 1997 ve sonrasında dış ticaret hacmi artan oranlarda Türkiye’nin aleyhine gelişmektedir. 2002 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı %30’a gerilemiştir.
• Bu açığın artmasında Rusya’dan kaynaklanan sıkıntılar kadar Türk tarafının başarısızlığı da etkili olmaktadır. Rusya 1984 yılında imzalanan Doğalgaz Anlaşması gereği Türkiye’nin ithal ettiği gazın %70’ini mal olarak Türkiye’den ithal etmesi gerekirken, bugün bu oran aşırı azalarak %7’lere kadar düşmüştür. Öte yandan Mavi Akım ve Batı Doğalgaz Hattı konusunda bu tür bir şart bile konulmamış, sürecin bu nedenle Türkiye’nin aleyhine işlemesine neden olunmuştur. Öte yandan 1998 yılında Rusya’da yaşanan kriz sonrasındaki devalüasyon Türkiye’nin ihracatını son derece olumsuz etkilemiştir. Bu süreci Rusya’daki ekonomik kriz nedeniyle yaşanan daralma da desteklemiştir. Bu iki duruma ilave olarak Rusya’nın tekstil ve gıda başta olmak üzere birçok ürünü istenen kalite ve maliyette iç piyasada üretebilir hale gelmiş olması da Türkiye’nin bu pazara olan ihracatını düşürücü etki yaratmıştır. Rusya BDT üyelerine karşı uyguladığı kolaylıklar ile Türkiye’nin aleyhine birtakım ticaret sapmalarına neden olmaktadır. Ayrıca Türk firmaları Türkiye’nin yaşadığı iktisadi ve siyasi krizler nedeniyle gerekli ticari finansmana ulaşmakta zorlanmaktadırlar. Bavul ticareti yoluyla gerçekleştirilen ticarette Türk ürünlerinin imajını sarsan çok büyük hatalar ve etik sıkıntılar sergilendi. Türkiye’nin fiyat esnekliğinin oldukça düşük olması, enerji fiyatlarının aşırı yüksekliği ve artış eğilim ticari makasın Türkiye aleyhine açılmaya devam etmesine neden olmaktadır. İhraç mallarında ise tersine fiyat esnekliği oldukça yüksek mallar söz konusudur.
• Bütün bunlara rağmen, olumlu birtakım gelişmelerden söz ederek bu fırsatın değerlendirilmesi önerilebilir. 2001 yılında bu sefer Türkiye’de yaşanan büyük devalüasyon ihraç ürünlerinin rekabet şansını artırmıştır. Bavul ticaretine yönelik olarak konulacak kısıtlamalar 2002 yılının ilk altı ayı için dondurulmuş durumdadır. Bu fırsat kullanılarak orada depo kiralanarak mal sokulması anlamlı olabilir. Rusya Federasyonu’nun DTÖ üyeliği ile, Türkiye aleyhine uyguladığı ticaret saptırıcı engellerin ortadan kalkacağı hesaba katılarak daha adil şartlarda rekabet imkanının oluşacağı beklenebilir. Ayrıca geçmiş dönemde imzalanan Mavi Akım gibi projelerde Türkiye’nin aleyhine olan birtakım hususlarda yeniden pazarlık yapılması gerekmektedir. Türkiye’nin bu konuda uluslararası tahkime başvurması yerinde bir karardır. Ayrıca alternatif enerji kaynaklarının araştırılması suretiyle Rusya’nın rekabetçi fiyatlara zorlanması isabetli bir stratejidir.
• Bütün bunlara rağmen ticaret dengesinin zannedildiği kadar kötü olmadığının da vurgulanması gerekmektedir. Yukarıda verilen rakamlara bavul ticareti, turizm gelirlerindeki ve Rusya’daki Türklerin elde ettiği hizmet gelirleri ilave edildiğinde sürecin Türkiye’nin lehine olduğu da vurgulanabilir.
• Bundan sonrası için yapılması gerekenler ise ekonomik ilişkilerin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bu bağlamda iki ülke arasında kalıcı görüşmelerin ivedilikle yapılması, iktisadi gereklerin siyasal öncüller tarafından gölgelenmesine izin verilmemesi gereği özenle not edilmelidir. Bunun için siyasal alanda bir ortak vizyon şarttır. Yeni çağda Avrasya’nın yapılandırılması konusunda Türkiye, Rusya ile ortak payda arayışını güçlendirmelidir. Dışarıdan Avrasya’ya şekil vermeye çalışan büyük güçlerle ilişkileri koparmadan Türkiye kendi vizyonunu oluşturmalı ve bunu da bölgede ortak çıkarları genişletmek şeklinde anlamalıdır.
• Türk firmalarının bavul ticaretinin artık kolay yol olmaktan çıktığını görerek bir an önce Rusya pazarını yatırım sahası olarak ele almaları gerekmektedir.